Birkaç hafta önce üniversiteden aynı yurdu paylaştığım, çok sevdiğim canım arkadaşlarım geldi yaşadığım şehir İstanbul’a. Ayrı şehirlerde yaşadığımız için uzun zamandır bir arada olamamıştık. Öyle özlemişiz ki ne sohbetler bitti, ne kahkahalar, ne gezmeler, ne kahve içmeler. Sanki 18 yaşımız bizi ziyarete gelmiş, başımızda kavak yelleri, toplu taşımalarda kahkaha selleri, her yerde elli şekil değişikliği ile fotoğraf çekimleri, aklımıza esen yerlere o anda rotayı çevirip, gidip görme halleri.
Uzun zamandır yaşadığım en unutulmaz şahane anılarımdan biriydi.
Hal böyle olunca İstanbul gezimiz de efsane güzel oldu. İstiklal Caddesi, Pera Palas-Balat-Galata her yeri güle oynaya gezdik. Bindiğimiz kısa mesafe takside, öyle bir taksiciye denk geldik ki Cem Yılmaz da kimmiş 😊 E bizim doğuştan “stand-up”çı arkadaşımız Sema’mızla başladılar mı konuşmaya, halimizi siz hayal edin. Gülme krizlerine girerek, gözlerimizden yaşlar gelerek adeta bir stand-up gösterisi izler gibi izledik doğal akışındaki konuşmalarını.
Öyle güzel ve öyle kahkaha dolu bir enerji çemberi ile sarmalamıştık ki birbirimizi, yanımıza ancak o frekanstaki insanlar gelebilirdi. Hangi duygunun enerjisi ile yaşıyorsak, bize o duyguyu yaşatacak insanları çekiyoruz yanımıza; kahkahalarla gezerken tanımadığımız taksi şoförünün kahkahalarımızı arttırması gibi. Aslında hayatlarımızda olan şey tam da bu.
Üniversite yıllarından gelen bu arkadaşlıklarımızın üstünden, otuz yıldan fazla geçmiş olmasına, farklı şehirlerde, farklı insanlarla, farklı olayları deneyimlememize ve ara ara görüşmemize rağmen nasıl oluyor da kaldığı yerden, aynı güzel ve her geçen gün daha da derin duygularla devam ediyoruz yola diye düşündüm biraz.
Hayat tabii ki hep güle oynaya geçmiyor. Öyle ki hepimizin yara aldığı zamanlar oldu kendi dünyalarımızda. Bu yaraları bazen kendi kendimize, bazen birbirimize verdiğimiz, bazen başkalarından aldığımız kremlerle iyileştirmeye çalıştık ama itiraf etmeliyim ki bazı yaralarımızın iyileşmesi çok zaman almış olabilir.
Aslında buradaki önemli olan şey o yaralara bakabilecek cesareti kendimizde bulabiliyor muyuz ve sonra onları kabul edip, iyileştirmek için bir çabamız var mı?
Bunları becerebilirsek, hayat da bizlere daha güzel ve cömert davranıyor gibi geliyor bana.
Ve böylece büyümeye başlıyoruz sanki; daha farkındalıkla, belki daha çok şeyi sevgi ile kapsayarak yaşayabiliyoruz hayatı. Ve hatta o yara izlerimizi minik bir gülümseme ile kalbimize bile alıyor olabiliriz.
İşte bütün bunları değerlendirince dostluğumuzun uzun sürmesinin altında “Derinlerdeki yaralarımızın birbirimize ve dostluğumuza zarar vermediğini fark ettim.”
İnsanın yaraları bazen çok yüzeye çıkar. Çünkü iyileşme zamanı gelmiştir. Bu yarayı görünür kılmak ister evren ve basıp canını acıtacak kişiyi gönderiverir önünüze. Bu çok sevdiğiniz birisi de olabilir, hiç tanımadığınız birisi de olabilir. Eğer hayatı farkındalıkla yaşamıyorsanız bu olan çok gelir, çok üzülürsünüz ve belki de yok sayarsınız karşınızdakini. Çünkü canınız çok acımıştır.
Oysaki olana farkındalıkla bakabilirseniz, tetiklendiğiniz şeyin altında hangi duygu olduğunu bulabilir ve olanın sadece sizin iyileşmenize hizmet ettiğini görebilirsiniz.
Peki siz hayatı bu farkındalıkla yaşıyor musunuz?
Ya da derinlerinizdeki yaralarınıza bakabilme cesareti buldunuz mu kendinizde?
Peki bu yaralar hiç çevrenize ya da dostluklarınıza zarar verdi mi?
Ve negatif diye düşündüğünüz olaylara bu çerçeveden baksanız nasıl gelir size?
Arzu ben, hayatı farkındalıkla yaşamaya çalışan ve iyileşme zamanı gelen yaralarını, sevgi ile iyileştirmeye çalışan cesur yürekli bir kadın…
Henüz Yorum Yapılmamış